Salgın ve toplumsallık üzerine
- Kent Siyaset
- 6 Şub 2021
- 3 dakikada okunur
Pandemi sürecini değerlendiren Prof. Dr. Veysel Bozkurt çarpıcı açıklamalarda bulundu.
Bozkurt’a göre toplum en hassas bir süreçten geçiyor. Konu üzerine yapılan bir araştırmayı değerlendiren Bozkurt şöyle devam ediyor; “araştırma, huzursuzluğun arttığını gösteriyor. Her türlü kısıtlama insanları saldırganlaştırır, şiddete daha yatkın hale getirebilir. İnsanların büyük bir bölümü özgürlüklerinin ellerinden alındığını düşünüyor, kendilerini kısıtlanmış hissediyorlar, kaygıları artmış durumda. Bu durum elbette bizimle sınırlı değil, dünyanın geneli böyle.
Biriken gerilimin şiddet yaratıp yaratmayacağı, bu sürecin ne kadar daha devam edeceğine bağlı. Süreç uzar ve insanlar bir süre sonra temel ihtiyaçlarını karşılamakta sıkıntı yaşamaya başlarlarsa bunun beraberinde getireceği birtakım problemler olabilir. Bunların içinde şiddet, öfke, aile içi problemlerden tutun da diğer toplumsal meselelere kadar birçok sorun olabilir. Burada bilmediğimiz bir konu var: Bu salgın ne kadar sürecek? Bunun yanında dünya genelinde ekonomiler daralmaya başladı. Her ekonomik daralmanın toplumsal ya da politik sonuçları olabilir.
Araştırmada ortaya çıkan sonuçlardan biri de şu: İnsanların devlete güvenleri arttıkça ekonomik kaygıları geriliyor. Devlet, koruyucu elini toplum üzerinde tutabilirse ve imkânları da buna yeterse, malum devletin koruyucu eli imkânları ölçüsünde söz konusu olabiliyor, salgının açtığı yaralar hafifletilebilir. Burada devletin elindeki imkânlar ne kadar ve bu salgının yaratacağı sıkıntılar ne kadar derinleşecek? Bu konuda elimizde henüz net veri yok.
Amerika deneyimi bize şunu gösterdi: Dünyanın en zengin ülkesi ve teknolojinin en gelişmiş olduğu ülke, ama sigortanız ve paranız yoksa virüs teşhisi konulduktan sonra sağlık hizmetlerinden faydalanamıyorsunuz. Türkiye, bu konuda daha kapsayıcı bir sağlık sistemini benimsemiş durumda. Bu da Türkiye’de toplumsal gerilimlerin hafiflemesi bağlamında devletin koruyucu elini muhafaza ettiğini gösteriyor. Diğer konularda da devlet imkânlarını seferber edebilir. Bütün dünya ekonomisi durma noktasına geldi, iş yerleri çalışmıyor, ekonomik daralma dönemine geçiyoruz. Ekonomik daralma ne kadar artarsa bu durumun yaratacağı toplumsal sorunlar da artacaktır, buna da kendimizi hazırlamamızda fayda var.”
Ayrıca alışkanlıklarımızın, toplumsal yaklaşımlarımızın nasıl etkilendiğini kısa bir örnekle ifade ediyor. “Sarılma ve dokunma konusunda teorik şeyler söyleyebiliriz, kolektivist kültürler kişinin benliğini bastırarak kolektivitenin parçası haline getirir. Bireyci kültürde, bir insanın başka birinden yardım beklemesi zayıflık olarak görülür. Bizim gibi kültürlerde dokunma inanılmaz önemlidir, insanlara, “Neyi çok özlüyorsunuz?” diye sorduğumuzda “Sevdiklerime sarılmayı özledim.” diyorlar.”
Söyleşinin devamı ise şöyle;“1990’larda küreselleşme ile ilgili en büyük yanılgı, küreselleşmenin ulus devletleri zayıflatacağı görüşüydü. Zira bu dönemde soğuk savaşın da bitişi ile hükümetler arası pek çok kuruluş ortaya çıkıyordu ve ulus devletlerin karar alanlarını daraltıyordu. Ama asıl meseleyi gözden kaçıran bir analiz bu. Küreselleşme denildiğinde mal, hizmet ve sermaye dolaşımının artmasından bahsediyoruz. Bir süre sonra bu dolaşımın gerçekleşmesi için ulus devletlere ihtiyaç olduğu ortaya çıktı. Küreselleşmeyi farklı kılan şey maliyetleri düşürüp üretimi arttırmasıydı. Küreselleşme büyük bir mal ve hizmet üretimi artışı getirdi. Peki bunu nasıl sağlıyordu? Temelde sermayenin hareketli, emeğin hareketsiz olmasıyla sağlıyordu. Zira ülkeler arası farklar kullanılarak maliyet düşürülebiliyor. Ama bu işçi, ücretin daha yüksek olduğu ülkeye gidebilse küresel işçi ücretleri arasında uçurum olmayacak. İşçilerin farklı bir ülkeye gidememesini de ulus devletlerin sınırları temin ediyor. İşçileri içeride tutan sınırlar sermayeyi tutmuyor, çünkü bir süre sonra üretimi sürdürmek için o sermayeye ihtiyaçları olduğunu görüyorlar. Ayrıca küresel sermayeden beslenen elitler, bu anlamda devleti küreselleşmenin sınır bekçisine dönüştürüyor. Bir taraftan küreselleşmenin de sınırların korunması için ulus devletlere ihtiyacı var. Süreçte küreselleşme kendi modelini üretti. Gördük ki küreselleşme, zannedildiği kadar demokrasi taraftarı bir gelişme değilmiş. Onun demokrasi taraftarı olmasının arkasında soğuk savaştan kalma rejimleri temizlemek varmış. Bugün küreselleşmeci aktörlerin en iyi anlaştıkları yönetimler, yarı otoriter ve otoriter yönetimlerdir. Böyle yönetimlerle daha kolay pazarlık yapıyorlar, tek seferde iş bağlıyorlar. Daha da önemlisi küreselleşmeci aktörlerin elinde borç gibi çok güçlü bir enstrüman var. Bu ülkeleri borç kamçısıyla kontrol ediyorlar. Bu durum, Batı dışı için iyi işliyordu. 2001’den itibaren Batı’da da etkisini göstermeye başladı. Bugün büyük devletler vergi toplama konusunda zorlanıyorlar. Google şirketine bakarsanız merkezinin okyanusta bir ada olduğunu görürsünüz. Bir tarafta milliyetçi dili kullanan diğer tarafta popülist dili kullanan liderler, küreselleşme karşıtıymış gibi bir imaj veriyorlar ama aslında küreselleşmenin taleplerini tek seferde veren kişiler de bunlar. Salgın sonrası mali sistemler nasıl olacak, karar alma mekanizmaları nasıl işleyecek, yüksek faizle borçlanan ve ekonomisi türbülansa giren ülkeler buna nasıl direnecekler? Küresel sermaye ve ulus devletler arasındaki ilişkinin çok da zannedildiği gibi ulus devletler lehine değiştiğini ben düşünmüyorum. Bu süreçte hane halkı da gelir kaybı yaşıyor ve borçlanıyor, devletlerin de giderleri artıyor, gelirleri azalıyor ve borç yükleri artıyor.”
Komentarze