top of page

DEMOKRASİLER NASIL ÖLÜR?

  • Yazarın fotoğrafı: Kent Siyaset
    Kent Siyaset
  • 15 Nis 2019
  • 3 dakikada okunur

Uğur Aker


Ocak 2018’de iki Harvard profesörü, Steven Levitsky ve Daniel Ziblatt, ‘Demokrasiler Nasıl Ölür?’ diye bir kitap yayınladılar. Öteden beri demokrasilerin devrimle ya da darbeyle sona ereceği beklenirdi.


Yazarlara göre, demokrasinin temel taşı karşıt politik düşüncede olanların birbirlerine saygısı. Saygının yok olması demokrasinin birinci düşmanı. Ana kurumların (meclis, yargı, basın gibi) yavaş ve sürekli yıpratılması saygısızlıkla el ele yürüyor.


Politikacıların hasımlarına hakaret ve küfürle hitap etmesini ölüme giden ilk adım olarak belirliyorlar. Muhalefetin varlığını kabul etmek, kazandığı adil ve serbest seçimleri onaylamak ise demokrasinin birinci şartı. Seçmenler düşman kamplara bölününce demokrasiyi yokuş aşağı itmek kolaylaşıyor.


Siyasi rakiplerinin söz ve yaşam hakkını kısıtlayan, muhalefeti ‘hainlerin temsilcisi’ olarak sunan, seçimlerde karşı tarafın oylarını önlemek, saymamak için her türlü yasal ve yasadışı girişimi destekleyen, oyları az çıkınca ‘hile’ çığlıkları atan parti ve liderleri demokrasi düşmanı sayıyorlar.


Liderliğe oynayan bir politikacının demokrasi düşmanı olup olmadığını ise bazı göstergelere bakarak tanımlamak mümkün. Eğer politikacı sözleri ve davranışlarıyla demokrasi kurallarını hiçe sayıyorsa, rakiplerinin yasallığını sorguluyorsa, şiddete göz yumuyor ya da destekliyorsa, rakiplerinin ve medyanın haklarını kısmayı olağan sayıyorsa bu kişinin yükselmesi ile demokrasi ters orantılı demektir.

Güçler ayrılığı ilkesiyle yönetilen ülkelerde her güç (başkan, meclis, yargı, basın) diğerlerine savaş açabilir. Başkanın yargıyı kontrol altına alması, meclisteki çoğunluğun kendi antidemokratik gündemini zorla yasallaştırması, bütçe manevraları ile yandaşların gözetilmesi ve karşıtların yoksullaştırılması, kendi güçlerini artırmak için anayasayı değiştirme çabaları demokrasinin altını oyan örnekler.


Otoriter yönetimler demokrasilere üç cepheden saldırıyor. Birincisi, demokrasiyi koruyan kurumları kontrol altına almak. Mahkemeleri, polisi, devletin araştırma yapmak ve kural koymakla yükümlü birimlerini yandaşlarına peşkeş çekerek, kontrol yaygınlaştırılıyor. Yasaların felsefesine aykırı uygulamalarla yandaşlar gözetiliyor ve rakipler cezalandırıyor.


İkinci cephe, anahtar kişilerin önüne barikatlar dikmek. Anahtar kişiler; medya sahipleri, zengin işadamları, muhalefet politikacıları, kültür liderleri gibi kesimler olarak sıralanabilir. Bu kişilerin etkisizleşmesi, ya ‘satın alınarak” ya da mahkemeye verilerek gerçekleşiyor. Vergi kaçakçılığı ve rüşvet davaları ile gözleri korkutuluyor, suskunluğa zorlanıyorlar.

Üçüncüsü ise yeni yasalar, seçim kanunları ve anayasa değişikliği ile muhalefetin gücünü son derece kısmak.


Yazarların örnek verdiği ülkeler arasında Hitler Almanya’sı, Venezuela, Macaristan, Polonya, Rusya, Sri Lanka ve Türkiye var. Macaristan, Polonya ve ABD’de sağcı partiler seçim bölgelerini muhalefetin kaybetmesini garantileyecek şekilde belirlediler.

Kazandıkları bölgelerde oyların yüzde 55’ini almalarına rağmen kaybettikleri bölgelerde oyların yüzde 5’ini alıyorlarsa mecliste – toplam oyların çoğunluğunu muhalefet alsa bile – daima çoğunluğa sahip oluyorlar.

Macaristan‘ da ırkçı-milliyetçi Fidesz Partisi, Polonya’da Yasa ve Adalet Partisi, Amerika’da Cumhuriyetçi Parti bu yola başvurdu. Örneğin, Kasım 2018 ABD seçimlerinde Wisconsin eyaletinde Demokrat Parti yüzde 54 oy almasına rağmen yüzde 37 vekillik kazanabildi.


North Carolina’da Demokrat Parti 1.7 milyon oy aldı. Cumhuriyetçi Parti’nin oyu 1.6 milyondu. Vekil sayısı: DP 3, CP 10! Ohio eyaletinde oy dağılımı eşit olmasına rağmen 2012’den beri Cumhuriyetçi Parti vekillerin yüzde 75’ini çıkarmakta.

Fidesz ile Yasa ve Adalet Partileri medyanın büyük bir bölümünü kontrol altına aldı. Mahkemelerin bağımsızlığını önemli bir şekilde kısıtladı.  Amerika’da da mahkemelerin politik açıdan Cumhuriyetçileri koruması için birçok sağcı yargıç Cumhuriyetçilerin çoğunlukta olduğu Senato’da onaylandı.

Tek adam rejimleri için gerçek ya da yapma krizler, terörist saldırıları bulunmaz fırsatlar yaratır. Önce toplum desteğini kazanırlar. Vatandaşlar güvenlikleri tehlikede olunca otoriter liderleri destekleyerek çabuk sonuç almak isterler. Güvenlik krizleri eleştiri seslerini de susturur. Bu durumlarda eleştiri ‘vatana ihanet’ diye görülür.

Milli güvenlik kaygısıyla yargı ve kanun koyucular da anayasal haklarından vazgeçer ve tek adamı desteklerler. 1933 Almanya Reichstag yangınından sonra Hitler’in güçlenmesi, 1992’de Peru Maoistlerinin başkaldırmasına karşı Fujimori’nin anayasayı rafa kaldırması, 1999’da Çeçen teröristlerine atfedilen apartman bloklarının bombalanmasından sonra Putin’in edindiği anayasa üstü güçler edinmesi, Türkiye’de 2015’de terörist saldırılar ve 2016’da başarısız darbeden sonra Erdoğan’ın olağanüstü hal ilan etmesi bunlara örnek gösterilebilir.

Seçim yoluyla otoriter yönetime giden rejimlerde acı gerçek, demokrasi katillerinin demokrasinin temel kurumlarını kullanarak bu sonuca ulaşmaları. Tek adam yönetimleri yavaşça, perde arkasından ve yasal yollardan bu kurumların solmalarını, geçersiz kalmalarını sağlıyor. Yazarlar, yönetimlerinin birinci yılında Erdoğan ve Trump’ın aynı tramvayda yol aldıklarını verilerle gösteriyor.

Demokrasinin sürdürülmesi için sağ ve sol politikacıların kendi kısa vadeli çıkarları yerine, rejimin ve ülkenin uzun vadeli çıkarlarını gözetmeleri gerekiyor. Kanun koyucular bir çıkar grubunu kayıran ve diğer çıkar gruplarına zarar veren yasalar çıkardıkça demokrasinin ölümünü yaklaştırıyorlar.

Çoğunluğun inançlarını kaşıyarak, milliyetçilik duygularını kamçılayarak, kendi grubundan olmayanları düşman ve hain diye tanımlayarak ve destek azalırsa sonucun ‘bizimkiler’ için çok acı olacağı teranesini tezgâhlayarak; tek adamlar korku ve endişe salgınıyla başa çıkmayı sağlıyorlar. Ama bir toplumda değişik azınlıklar varsa ve bu azınlıklar hiçbir grubun çoğunluk olmasına izin vermiyorsa, demokrasinin gereği olan karşılıklı saygı daha kolay gerçekleşebiliyor.

Geçmişteki örneklere baktıklarında azınlık haklarıyla demokrasinin el ele yürüdüğü ülke görmediklerini söylüyorlar. Demokrasiyle yönetilen ülkelerde çoğunluğun azınlığa üstünlüğü ve baskısı var. Ama bunu evrensel bir kural olarak almamak lazım. 18. yüzyıla kadar toplumdaki siyasi, ekonomik, ailevi işlemlerin bir yönetici olmadan yürüyeceğine kimse inanmıyordu.

Bugünlerde, ne kralın, ne üretimi kontrol eden devletin, ne de aile kararlarının tek bir kişi tarafından alınması beklenmiyor. Demokrasinin bir boyutu da, azınlıkların haklarını gözetmesi, eşit vatandaşlık haklarını koruması. Azınlık ve insan hakları tanımları değiştikçe, demokrasi ulaşılacak bir durak yerine rotayı düzenleyecek bir amaç oluyor. Demokrasi yaşatılabilirse azınlık gruplarının eşit haklarının var olması da, uzun vadede gerçekleşebilir.

Comments


bottom of page